26 Şubat 2015 Perşembe

ANNE GÖZÜNDEN

Küçük kız, kendini bildiği günden beri annesinden büyük bir şefkat görmüş ve ondan duyduğu sözlerle, pamuk prensesten daha güzel olduğuna inanmıştı. Ona göre nur yüzlü ve badem gözlüydü. Bir tanecik yavrusuydu her zaman. Ama ilk okula başladığında, isler değişti. Arkadaşları, onun hiç de güzel olmadığına, hatta çirkin bile sayılacağını söylemekteydi.

    Küçük kız, ilk önceleri onlara inanmadı. Çünkü herkes birbirini kıskanıyordu. Ama birkaç yıl içinde gerçeklerle yüzleşti. Annesinin bir bebeğe benzettiği yüzü, çiçek bozuğu bir cilde sahip olduğu için, yaşlı bir insan yüzünü andırıyordu. "Badem" dediği gözleri ise şaşıydı. Boyunun da bir serviyle ilgisi yoktu. Demek ki annesi onu aldatmış ve yıllar yılı çekinmeden yalan söylemişti.

    Genç kızın anne sevgisi, kısa bir süre içinde nefrete döndü. Evlenme çağına gelmiş olmasına rağmen, yüzüne bakan yoktu. Üstelik de gözleri, bütün tedavilere rağmen düzelmiyordu.

    Genç kız, doktorların gizlice yaptığı konuşmalardan kör olacağını anladığında çılgına döndü ve kendisini hala çocukluk yıllarındaki sözlerle seven annesinin bu yalanlarına dayanamayıp, evi terk etmeye karar verdi. Fakat annesi, uzak bir yerde iş bulduğunu söyleyerek ondan önce davrandı. Ve kazandığı paraları bir akrabasına gönderip, kızına bakmasını rica etti.

    Genç kız bir süre sonra görmez oldu. Artık karanlık dünyasıyla baş başaydı. Bu arada annesini hiç merak etmiyordu. Yalancıydı annesi, ölse bile bir kayıp sayılmazdı.

    Bir gün doktorlar, uygun bir çift göz bulduklarını söyleyerek kızı ameliyat ettiler. Ancak o, gözünü açtığında yine aynı yüzü görmekten korkuyordu. Fakat gün ışığını özlemişti. En azından kimseye yük olmazdı.

    Genç kız, ameliyat sonunda aynaya baktığında, müthiş bir çığlık attı. Karşısında bir dünya güzeli vardı. Gerçekten de harika bir kızdı gördüğü. Yüzündeki sivilceler tamamen kaybolmuştu. Çok kemerli olan burnu düzelmiş ve yaban otlarını andıran düz saçları, dalga dalga olmuştu. Boyu da her zamankinden uzundu.

    Genç kız, yanındaki yaşlı doktora sevinçle sarılarak:

    - Sanki yeniden dünyaya geldim!. diye bağırdı. Yüzümde hiç bir çirkinlik kalmamış. Estetik ameliyatı siz mi yaptınız?

    Yaşlı doktor:

    - Hayır kızım!. diye gülümsedi. Annenin gözlerini taktık sadece. "Bana lazım değil" diye bağışlamış.

AYNA


    Adamın biri, ilk defa gittiği şehrin tarihi çarşısına uğradığında, bir dükkana girerek;

    - Hatıra eşya almak istiyorum, demiş.Ne tavsiye edersiniz?

    Dükkan sahibi yaşlı zat,adamı tepeden tırnağa süzüp:

    - Buranın en meşhur malı, aynalardır evladım, demiş. Ama onları almaya güç ister.

    Adam, hiç düşünmeden:

    - Ben, yaşadığım şehrin en zengin insanıyım, diye atılmış. Benim için para önemli değil.

    İhtiyar, dudak büküp:

    - İnşaallah gücün yeter, demiş. Çünkü padişahlar bile alamadı onları.

    Adam, ses tonunu iyice yükselterek:

    - Benim elde edemeyeceğim şey yoktur!..diye direnmiş. Fiyatları ne kadar?

    İhtiyar adam:

    - Seçeceğin aynaya bağlı, diye gülümsemiş. Günümüze ait aynaları normal fiyata alabilirsin. Fakat eski aynalar pahalıdır.Hele hele antikalara gücün yetmez. Ama geleceğin aynası bedavadır, fakat onu görsen pek beğenmezsin.

    Adam, bu sözleri pek anlamamış. Ama merakından çatlayacak gibiymiş. Aynaları bir an önce görmek istediğinden, yaşlı adamın koluna girip,dükkanın arka bölümüne geçmiş.

    Yaşlı adam, elindeki baston ile işaret ederek:

    - Sana ilk önce günümüze ait aynayı göstereyim, demiş.Çerçevesi gümüştendir. Fiyatıysa sadece üç altındır.

    Adam, duvarda asılı duran kristal aynayı kısa bir süre incelemiş. Ve ona bakarak saçlarını düzelttikten sonra:

    - Bunun bir özelliğini görmedim, demiş. Evimde de bundan üç dört tane var.

    Yaşlı adam, seke seke ilerleyerek:

    - O halde bu aynaya bak!.. demiş. Çeyrek asır öncesine aittir. Çerçevesi bakırdandır. Fiyatı ise yüz kese altındır.

    Adam:

    - Herhalde şaka yapıyorsunuz, diye gülümsemiş.Böyle basit bir ayna,on altın bile etmez.

    İhtiyar adam:

    - Ben sana söylemiştim!.. diye kızmış. İsterseniz vazgeçin.

    Adam, iş olsun diye aynaya baktığında, bağırmamakiçin kendini zor zaptetmiş. Gözlerini ovuşturarak baktığı aynadaki görüntü, onun yirmibeş yıl önceki haline aitmiş. Ne başının büyük bölümünü saran beyaz saçlar varmış bu görüntüde, ne de yüzünü kırış kırış eden derin çizgiler.

    Adamın aynaya takılan gözleri, biraz sonra fal tşı gibi açılmış. Çünkü aynadaki gençlik görüntüsünün hemen arkasından,sevdikleri geçiyormuş birer birer.

    Büyük bir dehşet içinde:

    - Aman Allah'ım!.. diye bağırmış.Bu geçen,kız kardeşim değil miydi? Hem de henüz kanser olmadan önce.

    Daha sonra, en sevdiği teyzesi ve dayısı da geçmişler, adamın görüntüsü ardından. Her ikisi de, çeyrekasır önceki halleriyle.

    Adam, dayanamayıp başını çevirmiş aynadan. İhtiyar, ona sokulup:

    - Bu işten vazgeç!. demiş.Zaten bir çok insan da öyle yaptı.

    - Hayır!. diye itiraz etmiş adam. Kardeşimi özlemiştim, dayımla teyzemi de.

    - Peki!. demiş ihtiyar. Şu gördüğün bir antika aynadır. Çerçevesi ahşaptır. Değeriyse bin kese altın eder.

    Adam,oraya doğru ilerlerken,korkusundan vazgeçmiş. Ama merakını yenemeyip aynaya baktığında, küçük bir çocuk gibi çığlık atmış. Yedi sekiz yaşlarında bir çocuk duruyormuş karşısında. Soluk yüzlü, incecik, dişleri dökük ve saçları dağınık bir çocuk.

    - Aman Allah'ım!.. diye bağırmış. Bu benim çocukluğum. Cebimdeki sapan bile duruyor.

    Adam, biraz sonra sendeleyerek duvara tutunmak zorunda kalmış. Bu sefer, 30-35 yaşlarındaki halleriyle annesi ve babası geçiyormuş geriden. Daha sonra da, nur yüzlü dedesi. Annesi, her gün defalarca yaptığı gibi, öpüvermiş onu yanağından. Babası ise, er zamanki şakacılığıyla, ensesine bir şaplak atmış yavrusunun.

    Adam, kaçarcasına uzaklaşmış oradan. İhtiyarın yanına yığılmış ağlayarak.

    Yaşlı adam:

    - Gerçek aynalar böyledir evladım!.. demiş. Bu yüzden de ulaşılmaz onlara.

    Adam, biraz olsun kendine geldiğinde, dükkandan atmak istemiş kendini. Fakat tam çıkacakken:

    - Bedava aynalardan söz etmiştiniz, demiş. Onu da merak ettim.

    İhtiyar adam:

    - Ona hiçbakma evlat!. diye atılmış. Bu gün çok fazla yoruldun, kalbin dayanmaz.

    - Mutlaka bakmalıyım!. diye ısrar etmiş adam. Gördüğüm şeylere artık alıştım.

    Yaşlı adam, çaresiz kabul etmiş ve duvarlara asılanlardan farklı olarak, dükkanın döşemesi üzerine indirilen bir aynayı gösterip:

    - İşte bu da geleceğin aynası!. demiş. Çerçevesi altından olup bedavadır. Ama onu hiç kimse almadı.

    Adam:

    - Geleceğin aynası ha!.demiş.Üstelik de altından ve bedava...

    İhtiyar, hiç sesini çıkartmamış. Adam ise, emin adımlarla aynaya doğru ilerlemiş ve bakmak için yere eğildiğindei oracığa yığılıp kalıvermiş.

    Yaşlı adam:

    Geleceğin aynasında ne göreceğini tahmin etmen ve ona göre hazırlıklı olman gerekirdi evladım, demiş. Senin de gücün yetmedi demek ki...

    İhtiyar adam, müşterisinin cansız vücudunu kucaklarken, onun ayndaki görüntüsüne bakmış.

    Kuru bir iskelet görünüyormuş...

AĞAÇ EKEN ADAM


   Kırk sene önce uzun bir yürüyüşe çıktım. Turistlerin bilmediği dağ yollarında, Alp Dağları'nın Provence'a uzandığı bölgede dolaştım.

   Arazinin güney ve güneydoğusu Durance nehrinin kolları ile - Sisteron ve Mirebeau- çevrilidir. Kuzeyinde Drome nehrinin kaynağından, Die'ya kadar uzanan kolu, batısında ise Comtat Venaissin yaylası ve Ventoux Dağı'nın tepeleri yer alır. Gezi bölgem Drome'un güneyindeki kuzey Basses Alplerinin tamamını ve Vaucluse'un küçük bir parçasını da içine alıyordu.

   Yürüyüşe çıktığım bu terkedilmiş bölge, göz alabildiğine uzanan çorak topraklardan ibaretti. Deniz seviyesinden 1200-1300 metre yükseklikteki bu topraklarda sadece yabani lavanta yetişiyordu.

   Bölgeyi en geniş noktasından geçmeye karar vermiştim. Üç günlük yürüyüşten sonra kendimi, ıssız bir yerde buldum. Terkedilmiş bir kasabanın iskeletinin yanında kamp kurdum. Bir önceki günden beri susuzdum ve hemen su içmem gerekiyordu. Arı kovanı gibi dipdibe dikilmiş olan evler çoktan harabeye dönmüştü, ama yine de bir zamanlar yakında bir yerde bir pınar veya kuyu olması gerektiğini düşündüm. Gerçekten de bir pınar vardı ama çoktan kurumuştu. Rüzgar ve yağmurun yiyip tükettiği, beş altı çatısı uçmuş ev ve yıkık kuleli bir kilise yaşayan kasabalardaki evler ve kiliseler gibi düzenlenmişti. Ama yaşam onları terketmişti.

   Güzel ve güneşli bir Haziran günüydü, ama gökyüzüne açık bu çıplak tepelerde, rüzgar acımasızca esiyordu. Evlerin yıkıntıları üzerinde uluyan rüzgarın sesi, avını yerken rahatsız edilen vahşi bir hayvanın sesini anımsatıyordu.

   Yürümeye devam etmeliydim. Ama beş saat yürüdükten sonra hala su bulamamıştım; bulacağıma dair bir işaret de yoktu doğrusu. Heryerde aynı kurak topraklar, aynı kuru otlar vardı. Uzakta dik ve siyah bir şekil görür gibi oldum. Yalnız bir ağacın gövdesi olduğunu düşündüm. Yine de şansımı deneyip, ona doğru yürümeye koyuldum. Bir çobandı. Güneşten kavrulan toprakların üzerine yayılmış otuz kadar koyun etrafını çevirmişti. Bana matarasından su verdi. Kısa bir süre sonra beni bir girintinin içinde gizlenmiş çadırına götürdü. Suyun tadı harikaydı. Suyunu derin bir doğal kuyudan sağlıyordu, kuyunun üzerine ilkel bir çıkrık yapılmıştı.

   Çok az konuşuyordu. Yalnız yaşayan insanların çoğu az konuşur. Ama bu kadar önemsiz bir yerde yaşayan biri için şaşırtıcı derecede kendine güvenli ve kontrollü bir adamdı. Bir kulübede değil, taştan yapılmış gerçek bir evde yaşıyordu.

   Evi nasıl titizlikle onarıp bir harabeden yarattığı belliydi. Sağlam bir çatısı vardı ve eve yağmur girmesini engelliyordu. Çatının üzerindeki rüzgarın sesi, kumsala vuran denizin sesini anımsatıyordu.

   Evin içi derli toplu ve temizdi, bulaşıklar yıkanmış, yer süpürülmüş, tabanca temizlenmiş ve yağlanmıştı. Ateşin üzerinde çorba pişiyordu. Sinek kaydı traşlı olduğunu, bütün düğmelerinin sımsıkı dikili ve giysilerinin yama yerlerini adeta görünmez kılacak bir özenle onarıldığını farkettim.

   Çorbasını paylaşmamı teklif etti ve daha sonra tütün torbamı uzattığımda, sigara içmediğini söyledi. Kendisi gibi sessiz olan köpeği ise yaltaklanmadan dostça davranıyordu.

   Başından beri geceyi orada geçireceğim belliydi. En yakın kasaba bir buçuk gün mesafedeydi, ayrıca buradaki kasabaların nasıl olduğunu da biliyordum. Dünyanın bu bölgesinde farklı kasabalara rastlamazdınız. Araba yollarının bittiği yerlerde, meşelikler arasında gömülü dört beş kasaba vardı.

   Kasabalarda odun kömürü üreticileri yaşardı. Bu kasabalarda yaşam zordur. Yaz kış sert bir iklimde, itiş tıkış yaşayan ailelerde çatışan benlikler içten içe kaynar. Kaçma arzusu o kadar umutsuz ve o kadar güçlüdür ki, hırslar vahşi boyutlara ulaşır.

   Erkekler odun kömürü ile yüklü arabalarını köylerden kasabaya götürür, getirir. En sağlam karakter bile sürekli baskı altında parçalanır.

   Kadınlar evde oturur ve kinlerini büyütür. Herşey anlaşmazlık ve rekabet konusudur. Odun kömürü satışından kilisede hangi sırada oturulacağına, birbiriyle yarışan kötülüklerden, erdem ve kötülüğün her tür karışımına kadar her şey kavga sebebidir. Bütün bunların üstüne, durup durmaksızın esen rüzgar sinir bozar. Buralarda intihar salgınları ve genellikle cinayetle sonuçlanan delilik nöbetleri yaygındır.

   Sigara içmeyen çoban gidip küçük bir torba aldı. Torbadan çıkardığı meşe palamutlarını masanın üzerine boşalttı. Onları teker teker inceleyip, iyi palamutları seçmeye başladı. Pipomu içtim ve yardım etmeyi teklif ettim. Bunun kendi işi olduğunu söyledi. Ne kadar dikkatli çalıştığını görünce ısrar etmedim. Bütün konuşmamız bundan ibaretti. Yeterli miktarda iyi palamut seçtikten sonra, palamutları onlu gruplara ayırmaya başladı.

   Palamutları dikkatle inceleyip, küçük veya hafifçe çatlamış palamutları atmaya başladı.Yüz tane mükemmel palamut seçtikten sonra işini bıraktı ve yatmaya gittik.

   Onunla olmak bana huzur veriyordu. Ertesi sabah bütün gün evinde kalıp, dinlenip dinlenemeyeceğimi sordum. Bu talebimi çok doğal karşıladı, ya da bana hiç bir şeyin onu rahatsız edemeyeceği hissini verdi. Dinlenmem gerekmiyordu ama ilgimi çekmişti ve onun hakkında daha çok şey bilmek istiyordum. Sürüsünü ağıldan çıkardı ve dikkatle seçip saydığı palamutları koyduğu torbayı aldı, bir kova suya soktu, çıkardı.

   Değnek olarak başparmak kalınlığında ve bir buçuk metre uzunluğunda çelik bir çubuk taşıdığını fark ettim. Çobanınkine paralel bir yol izleyip, keyif yapan biri gibi yürümeye başladım. Koyunlarını mağara yakınlarına götürdü, köpeğinin bekçiliğinde otlamaya bıraktı.

   Daha sonra durduğum yere geldi. Benim bulunduğum tarafa gidiyordu ve yapacak daha iyi bir işim yoksa beni de kendisiyle birlikte gitmeye davet etti.

   Gitmek istediği yere ulaştığı zaman, değneğiyle çukurlar açmaya, çukurların içine bir palamut yerleştirip, çukurları kapatmaya başladı. Meşe palamutları ekiyordu. Arazinin kendisinin olup olmadığını sordum. Değil dedi. Sahibinin kim olduğunu biliyor muydu? Hayır, bilmiyordu.

   Ortak arazi olduğunu veya ilgisiz insanların toprağı olduğunu düşünüyordu. Sahiplerinin kim olduğu onu hiç mi hiç ilgilendirmiyordu. Büyük bir özenle yüz meşe palamutunu ekti.

   Öğle yemeğinden sonra, yeniden palamut seçmeye başladı. Bütün sorularıma cevap verdiğine göre ısrarla soru sormuş olmalıyım. Buraya tam üç senedir ağaç ekiyordu.

   Tam yüzbin palamut ekmişti. Bunlardan yirmi bin tanesi fidan vermişti. Yirmi bin fidanın yarısını da kemirgenler ve Tanrı'nın bilinmez planları yüzünden kaybedeceğini tahmin ediyordu. Bu bile, daha önce hiç bir şeyin olmadığı yerde on bin meşe ağacının yetişeceği anlamına geliyordu.

   O an, kaç yaşında olduğunu merak ettim. Ellinin üzerinde olduğu belliydi. Elli beş dedi. Adı Elzeard Bouffier'di. Bir zamanlar ovada bir çiftliği varmış, bütün hayatını o çiftlikte geçirmiş.

   Ama tek çocuğu olan oğlunu sonra da karısını kaybetmiş. Daha sonra yalnız kalmak için buralara gelmiş, koyunları ve köpeği ile telaştan uzak yaşayabilmek için. Ülkenin bu bölümünün ağaçsızlıktan öldüğünü farketmiş, yapacak başka bir şeyi olmadığı için de işleri yoluna koymaya karar vermiş.

   Yalnız bir yaşam sürdüğüm için benim gibilerle ilişki kurmayı ve hassas oldukları konularda dikkatli davranmayı biliyordum. Ama onunla ilgili tek bir hata yaptım. Çok genç olduğum için doğal olarak geleceği kendimle bağlantılı olarak düşünüyordum ve herkesin aynı mutluluğun peşinde olduğunu varsayıyordum. On bin meşe ağacının otuz yıl içinde ne kadar muhteşem gözükeceği yorumunu yaptım. Bana basit bir yanıt verdi; Tanrı ona o kadar ömür verirse, bu otuz yıl içinde bir sürü ağaç dikeceğini ve on bin ağacın okyanusda sadece bir damla olacağını söyledi.

   Kayın ağaçlarının üreme yöntemlerini incelemeye başlamıştı ve evinin yakınlarında küçük bir fidanlık kurmuştu. Fidanları koyunlarından korumak için çitle çevirmişti, daha şimdiden fidanlar türlerinin en iyi örnekleri arasındaydı. Yeterli derecede nem olduğunu düşündüğü alçak bölgelerde ise huş ağacı dikmeyi düşünüyordu.

   Ertesi sabah ayrıldık.

   Bir sonraki yıl, 1914 Savaşı başladı. Beş yıl orduda kaldım. Bir piyade olarak ağaçları düşünecek pek vaktim olmuyordu. Doğruyu söylemek gerekirse, gördüklerimden pek fazla etkilenmemiştim.

   Meşeleri, pul biriktirmek gibi bir hobi olarak görüyordum. Kısa bir süre sonra unuttum.

   Birinci Dünya Savaşı bittiğinde, cebimde terhis edildiğimde verilen biraz para ve içimde temiz hava için derin bir arzu vardı. Biraz temiz hava almaktan başka bir amacım olmadan tekrar o çorak topraklara doğru yürüyüşe koyuldum.

   Bölge çok fazla değişmemişti. Ama ölü kasabayı geçtikten sonra uzakta tepeleri bir halı gibi kaplayan gri bir sis gördüm.

   Son beş senede o kadar çok insanın öldüğünü görmüştüm ki, Elzeard Bouffier'in de öldüğünü kolayca hayal edebiliyordum. Yirmi yaşındakilere, elli yaşındaki insanlar bir ayağı çukurda gibi gözükür. Ama ölmemişti. Tam aksine, çok dinç ve sağlıklı gözüküyordu. Bambaşka bir meslek edinmişti. Sadece dört koyunu kalmıştı, ama yüze yakın kovanı vardı. Ağaçları için bir tehdit oluşturduklarından koyunlarını dağıtmış, arıcılığa başlamıştı. Kendisinin söylediği ve benim de gözlemlediğim gibi savaş hayatında bir değişiklik yaratmamış, eskisi gibi durmaksızın ağaç dikmeye devam etmişti.

   1910 yılının meşeleri on yaşına gelmişti, boyları bizimkinden uzundu. Etkileyici bir görüntü oluşturuyorlardı.

   Adeta dilim tutulmuştu, onun da sesi çıkmıyordu. Bütün bir günü sessizce ormanda yürüyerek geçirdik. Orman üç bölümden oluşuyordu. En geniş noktası 11 km uzunluğundaydı. Bütün bunların, aletleri olmayan tek bir kişinin ellerinden ve ruhundan çıktığını anımsayınca, insanın tahrip etme dışında diğer alanlarda da Tanrı kadar etkili olabileceğini görüyordunuz.

   Omuzuma kadar gelen ve göz alabildiğince uzanan kayın ağaçlarını görünce, planlarını uyguladığını anladım. Meşeler kalın ve yoğun bir orman oluşturuyordu ve kemirgenlerin insafına kalacak yaşı çoktan geçmişlerdi. Tanrı ve yok etme gücüne gelince, çobanın yarattığı ormanı mahvetmek için artık bir kasırga gerekliydi. Benim Verdun'da savaştığım 1915 yılında ekilmiş huş ormanlarını gösterdi. Huş fidanlarını toprak yüzeyinin altında yeterince nem olduğunu düşündüğü alçak bölgelere dikmişti. Gençler gibi taze ve narindiler ve yaşam arzusuyla doluydular.

   Bu eser bir tür zincirleme reaksiyon yaratmış gibiydi; ama Elzeard Bouffier bu konuda kafa yormuyordu.

   Her zamanki gibi basit ve doğal olan görevini inatla yerine getirmeye devam ediyordu. Ama kasabadan geçerken, bildik bileli kuru olan derelerin tekrar suyla dolduğunu görmüştüm. Aslında bu gördüğüm en etkileyici zincirleme reaksiyondu. Bu derelerin aktığı en son zaman, antik çağlardı.

   Hikayemin başında sözünü ettiğim ıssız kasabaların bazıları, eski Gal-Roman kasabalarının yerine kurulmuştu ve eski yerleşim yerlerinin izlerine hala rastlamak mümkündü. Arkeologlar yirminci yüzyılda sarnıçların tek su kaynağı olduğu bu kasabalarda balık oltaları bulmuşlardı.

   Rüzgar da tohumları taşıyordu. Suyun geri gelmesiyle birlikte salkım söğütler, su kamışları, çayırlar, bahçeler, çiçekler ve yaşama nedenleri de geri dönmüştü.

   Ama değişim o kadar yavaşça gerçekleşmişti ki, insanlar değişime alışmış ve doğal kabul etmeye başlamışlardı. Tavşanların ve yaban domuzlarının peşinden ıssız bölgelere giden avcılar genç fidanları görmüş, ama bunları doğanın sevimli kaprislerinden biri olarak değerlendirmişlerdi. Bu nedenle, kimse çobanın yaptıklarına müdahele etmemişti. Ne yaptığının farkına varsalardı, onu durdurmaya çalışırlardı. Ama hiç kimse şüphelenmemişti. Kasabalarda veya devlet dairelerinde kim bu kadar kararlılık ve muhteşem cömertlik hayal edebilir ki?

   1920 yılı ve sonrasında Elzeard Bouffier'i her yıl ziyaret ettim.Onu hiç şüphe içinde veya zayıf görmedim. Tanrı, endişelenmesi için ne kadar neden verdiğini biliyor! Karşılaştığı hayal kırıklıkları ve engellerin hesabını tutmadım. Bu kadar büyük bir başarının sorunlarla karşılaşması kaçınılmazdı, bu tür bir tutku umutsuzluğa karşı verilen mücadeleler olmadan kazanılamazdı. Bir seneyi onbinin üzerinde meşe dikerek geçirdi.

   Bütün meşeler öldüler. Ertesi sene meşelerden vazgeçip, kayınlara döndü. Kayınlar meşelerden de büyük bir sükutu hayale yol açtılar.

   Bütün başardıklarını tam bir yalnızlık içinde gerçekleştirdiği anımsanırsa, ne kadar müstesna bir kişiliği olduğu çok daha iyi takdir edilebilir.

   Yaşamının son yıllarında o kadar insanlardan uzaklaşmıştı ki, konuşma alışkanlığını yitirmişti. Veya konuşma gereğini hissetmiyordu.

   1933 yılında gördüklerine şaşıran bir orman koruma memuru kendisini ziyaret edip, "doğal" ormanı tehlikeye sokmaması için dışarıda ateş yakmaması gerektiğini söyledi.

   Bu basit çoban cevap verip, ilk defa kendi kendine yetişen bir orman gördüğünü söyledi. Bu dönemde yaşadığı yerden oniki kilometre uzaklıkta bir bölgeye kayın ağaçları dikiyordu. Artık yetmişbeş yaşında olduğu için, her gece eve dönmekten kurtulmak için genç ağaçlar arasında kendisine taş bir kulübe inşa etmeye karar vermişti. Ertesi sene de kulübeyi inşa etti.

   1935 yılında "doğal ormanı" incelemek için resmi bir heyet geldi.

   Ziyaretçiler arasında Ormancılık Komisyonu'ndan üst düzey bir yetkili, bir milletvekili ve bir çok teknik eleman vardı. Bol bol boş konuşmalar yapıldı. Bir şey yapılmasına karar verildi, ama Allah'tan tek bir faydalı önlem dışında hiç bir şey yapılmadı. Ormanlar devlet koruması altına alındı ve odun kömürü imalatı yasaklandı. Bu sağlıklı ve genç ağaçların güzelliğinin etkisinde kalmamak mümkün değildi. Milletvekili bile büyülenmişti.

   Onu heyetin teftiş yaptığı yerden yirmi kilometre uzakta deli gibi çalışırken bulduk. Orman koruma memuru boşuna arkadaşım olmamıştı, herşeyin yerini ve anlamını bilirdi ve boşuna konuşmazdı. Ona hediye olarak getirdiğim bir kaç yumurtayı verdim, sonra da tayınımızı üçe böldük. Yemek yerken ve yedikten bir süre sonra sessizce etrafı seyrettik. Geldiğimiz yön altı yedi metrelik ağaçlarla kaplıydı. Arazinin 1913 yılında nasıl göründüğünü anımsadım: boş ve vahşi bir doğa parçası.

   Huzur dolu ve düzenli çalışma, tutumlu bir yaşam biçimi, dağların havasını teneffüs etmek, ve hepsinden önemlisi iç huzuru yaşlı adamın olağanüstü sağlıklı olmasını sağlamıştı. Tanrının sporcularından biriydi. Daha kaç dönüm toprağı ağaçlarla kaplayacağını düşündüm. Ayrılmadan önce arkadaşım basit ve kısa bir ifadeyle, bu bölgeye uygun olabilecek bazı ağaç türlerinden söz etti, ancak ısrarcı davranmadı. "Bu konuda benden çok daha fazla bilgili" dedi. Yaklaşık bir saat kadar yürüdükten sonra da, "Aslında dünyanın en bilge adamı. Mutluluk için harika bir reçete bulmuş" dedi.

   Arkadaşım sayesinde sadece orman değil, kahramanımızın mutluluğu da koruma altına alınmıştı. Orman bölgesine üç orman koruma memuru atanmış ve öyle bir gözleri korkutulmuştu ki, kereste tüccarlarının kendilerine önerebilecekleri rüşvetlere karşı kayıtsız kalabiliyorlardı.

   Ağaç diken adamın eseri 1939 savaşına kadar gerçek bir tehlikeyle karşı karşıya değildi. Bu günlerde otomobiller odunu gaza çeviren makinelerle çalışıyordu ve asla yeterli miktarda odun bulunamıyordu. Insanlar 1910 yılında dikilen meşeleri kesmeye başlamışlardı, ama ağaçlar ana yollardan o kadar uzaktı ki, işletme masraflarını bile çıkarmadığından projeden vazgeçildi. Çobanın olanlardan haberi bile olmadı. Otuz kilometre uzakta işini yapıyor ve 1914 savaşını görmezden geldiği gibi 1939 savaşını da görmezden geliyordu.

   Heyette yer alan üst düzey orman mühendislerinden biri arkadaşımdı. Doğal ormanın sırrını ona açıkladım, ertesi hafta onunla birlikte Elzeard Bouffier'i ziyarete gittik.

   Elzeard Bouffier'i en son 1945 Haziranında gördüm. Seksenyedi yaşındaydı. Bölgeye doğru o bildiğim yoldan ilerledim, savaş yüzünden herşeyin bakımsız kalmasına karşın Durance vadisi ile dağlar arasında otobüs seferleri başlamıştı. Araziden oldukça hızlı geçtiğim için, yürüyerek geçtiğim yerleri tanıyamadığımı düşündüm. Geçtiğimiz bazı köylerin yeni yerleşim birimleri olduklarını sandım. Köylerin isimlerini duyunca bir zamanlar harabeye dönmüş ve terkedilmiş olan kasabalara geri geldiğimi anlayabildim. Vergons'ta otobüsten indim.

   1913 yılında on bir hanelik bu köyde sadece üç kişi yaşıyordu. Bunlar birbirilerinden nefret eden, kaba ve toplumdan uzak üç kişiydi. Tuzak kurarak geçimlerini sağlıyor, maddi ve manevi açıdan adeta tarih öncesi koşullarda yaşıyorlardı.

   Etraflarındaki boş evleri ısırgan otları kaplamıştı. Umutsuz bir yaşam sürüyorlardı, ölümden başka hiç bir beklentileri yoktu. Bu durumun erdemli bir yaşama yol açtığı da söylenemez.

   Ama herşey değişmişti, hava bile. Daha önce gördüğüm kuru ve sert esintilerin yerini, hafif ve hoş kokulu bir meltem almıştı. Yükseklerde su sesi gibi bir ses duyuluyordu, bu ses ormandaki rüzgarın sesiydi. En şaşırtıcı olan da bir gölete doğru akan suyun sesiydi. Kasaba halkının bir çeşme inşa ettiğini gördüm: çeşmeden gürül gürül su akıyordu, içime en çok dokunan şey de çeşmenin başına yaklaşık dört yaşında bir limon ağacı dikilmiş olmasıydı.

   Daha şimdiden sağlam bir ağaçtı bu ve yaşama dönüşün tartışılmaz simgesiydi.

   Vergons sadece umutla girişilebilecek başka işlerin de işaretlerini taşıyordu. Umut geri dönmüştü.

   Harabeler derlenip toparlanmış, yıkılmakta olan duvarlar yıkılmış, beş eski ev yeniden inşa edilmişti. Köyde tam yirmisekiz kişi yaşıyordu ve bunların sekizi yeni evli çiftlerdi. Yeni boyanmış evler sebze ve çiçek yetiştirilen küçük bahçelerle çevrilmişti, bahçede lahanalar gül fidanlarına, pırasalar aslanağzına, kereviz unutmabeni çiçeklerine karışıyordu. Köy insanın yaşamak isteyeceği bir yer haline gelmişti.

   Yürümeye devam ettim. Savaş yeni sona ermişti, yaşama koşulları hala sınırlıydı, ama Lazarus mezarından çıkmıştı. Dağın alçak yamaçlarında arpa ve çavdar yetiştirilen küçük tarlaları, derin vadilerin içinde otlakların yeşil örtüsünü görebiliyordum.

   Arada geçen sekiz yıl içinde bütün bölge sağlığına ve refaha kavuşmuştu. 1913 yılında sadece harabeler gördüğüm yerlerde temiz, alçıyla sıvanmış çiftlik binaları vardı. Çiftlikler mutlu ve rahat bir yaşamın işaretlerini gösteriyordu. Ormanın getirdiği yağmur ve kar suyuyla beslenen eski kaynaklar tekrar gürül gürül akmaya başlamıştı, pınarlardan gelen sular özenle sulama kanallarına aktarılmıştı. Meşe koruları ortasında yer alan çiftliklerde, çeşmenin suları taşıp nanenin kilim gibi örttüğü toprağa akıyordu. Kasabalar yavaş yavaş tekrar inşa edilmişti. Toprağın pahalı olduğu ovalardan gelen insanlar buraya gelip yerleşmiş, beraberlerinde gençlik, hareket ve macera ruhunu da geri getirmişlerdi. Patika ve yollarda iyi beslenmiş kadın ve erkeklere, gülmesini bilen delikanlı ve gençkızlara rastlıyordunuz; eski kırsal bölge eğlenceleri ve sporları yeniden keşfedilmişti.

   Yaşamları kolaylaştığından beri tanınmaz hale gelen bölgenin eski nüfusunu ve yeni gelenleri de sayarsak, on binden fazla kişi mutluluklarını Elzeard Bouffier'e borçluydu.

   Fiziksel ve manevi kaynaklarından başka bir şeyi olmayan tek bir adamın bu çölü cennete çevirdiğini düşününce, her şeye rağmen insan olmanın hayran olunacak bir şey olduğunu hissediyorum. Bu sonuçlara ulaşmak için gereken tutarlılık, ruh büyüklüğü, azim ve cömertliği hesaplayınca, hiç bir yardım almadan Allah'a layık bir işi başarıyla tamamlayan o yaşlı, eğitimsiz köylüye büyük bir saygı duyuyorum.

   Elzeard Bouffier 1947 yılında Banon'da bir yaşlılar evinde huzur içinde öldü.

ANDROKLES

Vakti zamanında, Androkles isimli bir esir, efendisinden kaçarak bir ormana sığınmıştı. Etrafta gezinirken, birden bire, iniltiler içinde, Izdıraptan kıvranan bir Arslan'ın önüne çıkıverdi:

   - "Önce dehşetli ürktü; kaçmaya yeltendi, fakat hayvanın, yerinden kımıldamadığını görünce, gerisin geriye dönerek ona doğru yürüdü. Yanına yaklaştığında, Arslan, berbat bir halde sişmiş, kanamakta olan iri pençesini uzattı Androkles, dikkatle bakınca pençeye, büyük bir dikenin girdiğini, bütün bu ızdıraba onun sebep olduğunu anladı.

   Dikeni, derhal oradan çıkarıp yarayı temizledikten sonra, gömleğinin kolundan yırttığı parça ile güzelce sardı. Az sonra ise, yine ayağa kalkabilen Arslan, tıpkı bir köpek gibi esirin ellerini yalayarak önüne düşüp onu inine götürdü..

   Artık her gün, Androkles'e avladığı etleri taşıyordu. Fakat bu başbaşa mes'ut yaşayışları uzun sürmedi; çünkü beraberce yakalanmışlar, esir günlerce aç bırakılacak bir arslana yedirilmek üzere, zindana atılmış, Arslan da aç ve susuz bir halde hücreye kapatılmıştı.

   Nihayet günü gelince, İmparator ile, erkânı, localarına yerleşip seyire hazırlanırlarken, esir Androkles de arenanın orta yerine çıkartıldı. Şimdi sıra Arslandaydı.

   Günlerden beri aç ve susuzluktan yarı çıldırmış bir halde avının üzerine atılmak üzere, kükreyerek ağzından köpükler saçarak ortaya fırlayan Arslan, bütün hırsı ile koştu, tam avına atılacağı sırada, onu, kokusundan tanıyınca derhal önünde, dört ayağının üzerinde yere çöküp, aynen bir köpek sadakatiyle dostunun ellerini yalamaya başladı.

   İmparator şaşırmıştı. Esiri yanına çağırttı ve baştan sona, bütün hikâyeyi, olduğu gibi dinledi. Bu anlatılanlar, hükümdarda öyle bir tesir yaptı ki, derhal esirin affedilip hürriyetine kavuşturulmasına, Arslanın da, anavatanı ormana salıverilmesini emretti.

YOL KENARINA DİKEN EKEN ADAM


    Adamın biri bir yolun kenarına dikenler ekti. Dikenler büyüyüp gelişince yoldan geçenleri rahatsız etmeye başladı. Gelip geçenler:

    - "Bu dikenleri sök, insanları rahatsız etmesinler." demeye başladılar. Fakat adam bunları duyuyor fakat aldırmıyordu. Bir gün Allah'ın bir velisi ona:

    - "Mutlaka bu dikenleri sök." dedi.

    Adam itiraz etmedi.

    - "Evet mutlaka bir gün sökerim." dedi.

    Adam ha bire yarın yarın dedikçe dikenler büyüyüp kuvvetleniyordu.

    Veli adama:

    - "Ey vaadinde durmayan adam, sök şu dikenleri bu işi sürüncemede bırakma." dedi.

    Adam:

    - "Babacığım, bir hayli gün var, bugün olmazsa yarın, bir gün mutlaka bu işi yapacağım." dedi.

    Allah'ın (c.c.) velisi bunun üzerine şu sözleri söyledi:

    - "Sen, hep yarın diyerek bu işi erteliyorsun, fakat şunu bil ki her geçen gün o dikenler büyüyüp güçleniyor, dikenleri sökecek olan sen ise güç kuvvet kaybediyorsun, dikenler gün geçtikçe gençleşiyor sense ihtiyarlıyorsun."


    * Cömertlik, şehvetleri lezzetleri terk etmektir.
     * Dağ vardır sesi iki misli aksettirir, dağ vardır sesi yüz misli aksettirir.

DOSTUNUZA ADA OLMAK


   Thomas COOK, bir araştırma gezisi sırasında Atlas Okyanusu'nun ıssız bir yerinde, çığlıklar atan milyonlarca kuşun havada daireler çizerek uçtuğunu gördü. Kulakları sağır edecek denli yüksek sesle çığlıklar atan kuşların kimileri yoruldukça, kendilerini okyanusun dev dalgaları arasına atıyorlardı. Onlar bu son hareketleriyle yaşamlarına son veriyorlar, kendilerini okyanusun dalgalarına bırakırken, çaresizlikten ölüme teslim oluyorlardı.

   Bu olaya yalnızca Thomas Cook değil, o bölgede ki balıkçılarda yıllardır tanık olmuşlardı. Kuş bilimcileri ise, yaptıkları araştırmalarda göçmen kuşların farklı yönlerden gelerek okyanusta bu noktada birleştiklerini keşfediyorlar, fakat onların, birbirleri peşisıra kendilerini ölümün kucağına atmalarının nedenini bir türlü çözemiyorlardı.

   Gerçek, geçtiğimiz yüzyılın ortalarında anlaşıldı. Bu olayın yaşandığı yerde daha önceden bir ada vardı. Göçmen kuşların göç yolu üzerinde bulunan bu ada, bir deprem sonunda, okyanusa gömülmüştü. İnsanların, yok olduğunun bile ayırdına varamadıkları ada, göç yollarının ortasında kuşlar için vazgeçilmez "dinlenme" durağıydı. Kuşlar binlerce yıllık kalıtımsal alışkanlıklarıyla adanın yerini bilmekteydiler ve yıpratıcı, uzun yolculuklarının ortasında, biraz dinlenebilmek ve toparlanabilmek için, yine binlerce yıllık kalıtımsal güdüleriyle, okyanusun ortasındakiadaya geliyorlardı ama... Olması gereken yerde adayı bulamayınca, yorgunluktan bitkin bedenlerini çığlık çığlığa okyanusun sularına bırakmak zorunda kalıyorlardı.

   Söz kendini toparlamaktan açılmışken soralım. Sizin hiç "kendinizi toparlayacağınız" bir adanız oldumu? Yaşamın uzun "göç yolları"nda acaba, sizinde bir yudum taze soluk alabileceğiniz, yolunuzun kalan bölümüne dinç olarak devam etmenizi sağlayabileceğiniz bir adaya sahip olabildiniz mi? Birgün yerinde bulamadığınızda ise, ona illede ulaşmak ve sığınmak için başınız dönercesine, dengeniz bozulurcasına çırpınıp kanat çırptığınız bir ada yaratabildiniz mi yaşamınızda kendinize?

   Herşeyi sınırsızca paylaşabildiğiniz bir dost, yola birlikte çıkacak denli güven duyduğunuz bir arkadaş, size her zaman huzur verecek bir eş, ulaşmak için yıllardır uğraş verdiğiniz bir amaç edinebildiniz mi? Şöyle daha bir iyi bakın çevrenize... Size gelen, size sığınan...Sizin gittiğiniz, sizin sığındığınız...Sizin bulduğunuz dostlarınızı bir düşünüverin. Sonra da bir gerçeği görüverin gözlerinizle:

   Sizin durup , soluklandığınız ve kendinizi toparlayabildiğiniz kaç adanız var çevrenizde?...

   Veee;

   Durup, sığınmak ve kendilerini toparlayabilmek gereksinimi duyan kaç dostunuz için siz bir adasınız?

DÜNYA HASTAHANESİNDEKİ DOKTORLAR

Beyazıd'i Bestami hazretleri bir gün akıl hastanesinin önünden geçiyormuş elindeki havanla ilaç götüren doktara çok günahkarım ilaç varmı dıye sormuş. Tam doktor cevap verecekken onları dinleyen bir hasta camdan seslenir. Tövbe köküyle istiğfar yaprağını kalp havanında kuvvetli bir iman tokmağıyla döv akıl süzgecinden geçir göz yaşınla yoğur aşk fırınında pişir günde beş vakit bol bol ye bak göreceksin hiçbirşeyciğin kalmayacak deyince Bestami Hazretleri ellerini kaldırır ve

 - "Ey Allahım dünya hastanelerinde ne doktorlar var Ya Rabbi" der.

CONGREGATİONAL KİLİSESİNDE


    13 Haziran 2004, öğleden sonra saat 1

    Kreg Protestanlık’ın Methodist denilen bir koluna mensup. İkinci konuşmayı ayarladığı yer ise Congregational Kilise denilen diğer bir Protestan mezhebe bağlı. Yolda giderken bu kilisede dikkatli konuşmam gerektiği konusunda beni ikaz etti. ‘‘Bunlar aşırı derecede liberaldir.’’ Yani özgürlükçü. Bundan kastettiği şu. Amerika’da eşcinsel ilişki ve evliliklerin meşruluğunu savunan ve destek veren bir kilise. Bizim konuşmamızın konusu zaten oldukça farklı. ‘‘Hıristiyanlık ve İslâm Arasındaki Ortak Yan ve Yönler’’ üzerine bir konuşma yapmaya gidiyoruz. Bu kilisenin başında bir rahibe bulunuyor ve ismi Marcia. Marcia geleneksel kapalı rahibe kıyafetinde değil. Takım elbiseli açık bir bayan. Liberallik kılık-kıyafete de yansımış bu kilisede.

    Marcia ve Kreg birlikte beni hemen hemen tamamı yaşlı yetmiş kişilik bir dinleyici grubuna takdim ettiler. Ben de gece boyu Kitab-ı Mukaddes’ten hazırladığım metni sunmak için Bismillah dedim ve sohbete İncil’den iki ayet okuyarak başladım.

    Selamlaşma:

    Luka 10:5: Hangi eve girerseniz, en önce ‘‘Bu eve selam olsun.’’ diyin.

    Matta 10:11-13: Hangi şehir veya beldeye girerseniz orada değerli kişileri araştırın ve ayrılıncaya kadar da orada kalınız. Ve ne zamanki bir eve girersiniz, onu selamlayın. Eğer ev buna değerse, selamınız onun üzerine gelsin. Eğer değmezse, selamınız size geri dönsün.

    - Bu gün bu şehirde doğru bir yerde ve doğru kişilerle birlikte olduğuma inanıyor ve sizleri selamlıyorum. Biz Müslümanlarda buluşurken ve ayrılırken Selamun Aleykum-Selam üzerinize olsun şeklinde selamlaşma çok yaygın bir sünnet olduğu gibi Kitab-ı Mukaddes’te de bu manada selamlaşmaya teşvikler olduğunu gördüm.

    Tekvin 43:23: Yusuf a.s.’ın hizmetçisi Yusuf a.s.’ın kardeşlerine selam üzerinize olsun dedi.

    Sayılar 6:26: Ve Rabb Musa’ya a.s. dedi:…Rabb sana yüzünü dönsün ve senin üzerine selam etsin.

    Hakimler 6:23: Ve Rabb Gideon’a dedi: Selam üzerine olsun.

    1 Samuel 25:6: …ve Davud a.s. …var olasın, selam üzerinize olsun, evinize selam ve herkesin üzerine selam olsun…dedi.

    Luka 24:36: Onlar bu şeyleri gösterirken İsa a.s. onların arasında durdu ve onlara selam üzerinize olsun dedi

    - Bugünün sohbet konusunu bilenler eminim bu sabah buraya gelirken yolda kendi kendilerine sormuşlardır: ‘‘Biri Batı diğeri Doğu dini olan Hıristiyanlık ve İslâm arasında muhtemelen ortak ne bulunabilir ki?’’ Tanıdığım bir çok Hıristiyan gibi İslâm'ı; ‘‘Çölde yaşayan basit kafalı bedevilerin Allah denilen puta taptıkları –haşa- çok tanrılı bir din.’’ olarak tanımlıyorsanız bu soruyu sormanız gayet tabiidir. O halde önce Allah ismi ile başlayalım. İçinizde ‘‘Tutku’’ filmini izleyen var mı?

    Dinleyiciler içinden yalnız iki bayan ellerini kaldırdı. Tutku Hz. İsâ a.s.’ın Kitab-ı Mukaddes’te anlatıldığı şekliyle son oniki saatini canlandıran bir filim ve filmin orijinal dili Hz. İsâ’nın anadili olan Aramca (Süryanîce). Aramca, İbranice ve Arapça Samî dillerinden olduğu için aralarında aşırı bir benzerlik vardır. Sorumu sordum:

    - "İsâ rolünü oynayan kişinin filimde tanrıyı hangi isimle çağırdığını farkedebildiniz mi?’’ İki izleyenden biri cevapladı:

    - "Allah!"

    - Şimdi gördünüz mü aynı ilaha inandığımızı? Şimdi gördünüz mü sizin peygamberiniz İsâ a.s. bile tanrıya Allah diye hitap etmiştir. O halde Müslümanların Allah diye çağırdıkları zat –haşa- zannedildiği gibi bir put değil, kâinatın yegâne yaratıcısıdır ve O’nu bugün İsâ’nın a.s. çağırdığı gibi çağıran Müslümanlardır! Allah sizin İngilizce’de God dediğiniz kelimenin Arapçası’dır.

    Bir çok Hıristiyan çoğu defa bana yaratıcıya neden God değil de Allah dediğimizi sordu. Çoğunun kafasında bu isimden dolayı farklı bir varlığa inandığımız ve taptığımız imajı oluşmuş. Halbuki bu misalle gördüler ki Hz. İsâ a.s. god kelimesini hiçbir zaman ağzına almamış ve bilâkis Allah diyerek hitap etmiştir. Aslında Kitab-ı Mukaddes’te binlerce defa geçen başka bir ilahî isim daha var, Jehova. Yine bir soru ile devam ettim:

    - "Jehova ismini hepiniz bilirsiniz!’’ Hep bir ağızdan,

    - Evet!

    - Peki Jehova’nın ne anlama geldiğini de bilir misiniz?

    - ...

    - Kitab-ı Mukaddes’te İngilizce’ye God olarak çevrilen kelime bu Jehova kelimesidir ve bu kelime İbranice’dir. Fakat çok ilginçtir İbranice’de J harfi yoktur. Bu halde J ile başlayan bir kelime de bulunamaz. Öyle ise Jehova doğru telaffuz edilmiş bir isim değildir. Kelimenin aslı Yahova’dır. Gerek İbranice ve gerekse Arapça’da Ya bir hitap edatıdır ve Ey! demektir. Hova yine Arapça Hüve gibi İbranice’de üçüncü tekil zamiri O demektir. Yahova hep birlikte Ya Hüve olup Ey O! şeklinde Allah’a bir hitaptır ki uzaklardaki zatlar için kullanılan bu zamir bu hitap makamında yaratıcının yüceliğinden dolayı ondan uzaklığımızı ifade etmek içindir. Kısaca İbranice’de Allah’ın isimlerinden birisi Yahova’dır. Kitab-ı Mukaddes’in İbranice’den Latince’ye tercümesi esnasında Y ile başlayan bir çok kelime Latinler’in Y’leri J’ye çevirme azizliğine kurban giderek J ile telaffuz edilir olmaya başlamıştır. Yakub’un Jacob, Yahuda’nın Juda, Yusuf’un Josef, ve Bunyamin’in Benjamin okunduğu gibi. Bunların içinde en çarpıcı misal ise İsâ a.s.’ın ismidir. Siz onu Jesus bilirsiniz. Halbuki biraz önce de söylediğim gibi İncil’de J harfi yoktur. Öyle ise böyle bir isim de olmamalıdır. Tekrar Tutku filmine dönelim. Filimde Hz. İsâ a.s. rolünü oynayan kişiye ne nam ile hitap ediliyordu?

    - “…”

    - "Yaşua!" dedim kimseden ses çıkmayınca. Yine sordum.

    - "Yaşua" nın anlamını bilen var mı?’’ Yine kimse cevap vermeyince devam ettim.

    - Aslında Yaşua da İsâ a.s.’ın asıl isminin kısaltılmış şeklidir. Aramca’da tam ismi Yahoşua’dır ki Yaho- kısmı Yahova’dan gelir ve Allah anlamında, şua ise korumak anlamında bir fiildir. Hep birlikte Yahoşua ‘‘Allah korur’’ anlamına gelir. O halde İsâ’yı a.s. Jesus olarak çağırmanın bir anlamı yoktur.

    Hıristiyanlık ve İslâm arasında benzerlikler namına anlatılabilecek belki çok şeyler var aslında. Yalnız yer ve zamanın müsaadesizliği sebebiyle İslâm’ın bir nevi şeairi hükmünde olan hususlara temas etmek ve bunların da köklerini Kitab-ı Mukaddes’te bulup göstermek daha isabetli görünüyordu. Böylece dinleyenler hem biz Müslümanlar için en mühim şeylerin neler olduğunu öğrenecek, hem de bunların kendi kitaplarında tatbikini bulacaklardı.

    Abdest:

    - Biz Müslümanlar günde beş kez namaz kılarız. Namaz kötülüklerden alıkoyar ve günahlardan arındırır bir manevi temizliktir. Yalnız namazlardan önce el, yüz ve ayak gibi azaları su ile yıkayarak bedenî kirlerden kurtulmak şarttır. Şimdi Kitab-ı Mukaddes’i dinleyelim:

    Çıkış 40:30-32: Ve kazanı cemaat çadırı ile mezbah arasına koydu; ve yıkanmak için de içine su koydu. Ve Musa a.s. ile Harun a.s. ve oğulları ellerini ve ayaklarını orada yıkadılar. Cemaat çadırına girdikleri ve mezbaha yaklaştıkları vakit Rabb’in Musa’ya a.s. emrettiği gibi yıkanırlardı.

    Resullerin İşleri 21:26: O zaman Pavlus o adamları aldı, ertesi gün onlarla beraber kendisini tathir etti, ve onlardan herbiri için kurban takdim olununcaya kadar taharet günlerinin bittiğini ilan ederek mabede girdi.

    Namaz:

    - "Müslümanların nasıl namaz kıldığını bilen, gören var mı?’’ diye sordum. Yine cevap filmi izlemeye giden hanımlardan bu sefer diğerinden geldi:

    - "Rüku’a gidiyorsunuz, yüzüstü kapanıyor secde yapıyorsunuz, ellerinizi yukarı kaldırıp dua ediyorsunuz.’’ Tam aradığım cevabı vermişti hanım.

    - Şimdi Kitab-ı Mukaddes’i dinleyelim:

    Mezmurlar 95:6: Gelin secde kılalım ve rüku’a varalım; bizi yaratan Rabbin önünde diz çökelim!

    Yuşa 5:14: …Ve Yuşa a.s. yüzüstü yere kapandı ve secde etti…

    1 Krallar 18:42: …Ve İlya kendini yere attı ve yüzünü dizleri arasına koydu…

    Sayılar 20:6: Ve Musa a.s. ile Harun a.s. cemaatin önünden cemaat çadırının kapısına gittiler ve yüzleri üzere yere kapandılar…

    Sayılar 16:20-22: …Ve Musa a.s. ve Harun a.s. yüzleri üzerine yere kapandılar…

    Tekvin 17:3: Ve İbrahim a.s. yüzüstü yere kapandı…

    Çıkış 34:8: Ve Musa a.s. acele ile rüku’a gitti ve ibadet etti.

    Nehemya 8:6: Ve Üzeyr a.s. büyük Rabbi takdis etti. Ve bütün kavim ellerini kaldırarak amin amin diye cevap verdiler. Ve rükua gittiler, secdeye kapanarak Rabbleri’ne ibadet ettiler.

    2 Tarihler 20:18: Ve Yehoşafat yüzü yere doğru rüku’a gitti ve bütün Yahudiler ve Kudüslüler Rabb’e ibadet için Rabb’in huzurunda yüzüstü kapandılar.

    Matta 26:39: İsâ a.s. yere kapanıp…dua etti…

    Matta 17:6: Ve havariler yüzleri üzerine yere kapandılar…

    Tesettür:

    - Müslüman kadınlar başları örtülü olarak namazlarını kılarlar. Halbuki Batı Dünyası’nın İslâm’da en çok tenkit ettikleri bir husus Müslüman hanımların örtünmeleridir. Bunu Müslüman erkeklerin kadınları baskı altında tuttukları ve kadınların hür olmadığı şeklinde yorumlarlar. Kitab-ı Mukaddes’i dinleyelim:

    1 Korintoslulara 11:5-6: Başı örtüsüz olarak ibadet eden ya da kehanette bulunan kadın başını küçük düşürür; çünki kadına başı açık olmak kadının başını traş ettirmesi ile eştir. Çünki eğer kadın örtünmüyorsa, saçını da traş ettirsin. Eğer saçsız olmak kadın için bir utanç kaynağı ise, o halde örtünsün!

    1 Korintoslulara 11:13: Siz kendi nefsinizde hükmedin: Kadının Allah’a örtüsüz ibadet etmesi hiç yakışık alır mı?

    - Müslüman kadınlar kendilerini bir Katolik rahibenin kapadıkları gibi kapatırlar. Bununla kendilerini erkeklerin şehevi bakışlarından korurlar.

    Tekvin 24:64-65: Ve Rebeka gözlerini kaldırıp İshak’ı a.s. görünce deveden indi ve köleye dedi: Bizi karşılamak için tarlaya yürüyen bu adam kimdir? Ve köle: Efendimdir, dedi. Ve Rebeka peçesini alıp örtündü.

    1 Timeteosa 2:9-10: Aynı surette kadınlar saç örgüleri ve altın yahut inciler yahut çok pahalı libasla değil, sade bir kıyafetle, hicap ve vakar ile ve takva sahibi olduğunu iddia eden kadınlara yakışır surette salih amellerle kendilerini süslesinler.

    Domuz eti:

    - Müslümanlar domuz eti yemez, domuzdan elde edilen ürünleri kullanmazlar.

    Levililer 11:7-8: …Ve domuzu, çünki çatal ve yarık tırnaklıdır, fakat geviş getirmez, o size murdardır. Onların etinden yemeyeceksiniz, ve leşlerine dokunmayacaksınız; onlar size murdardır.

    Tesniye 14:8: …ve domuz, çünki çatal tırnaklıdır, fakat geviş getirmez; o size murdardır. Bunların etinden yemeyeceksiniz ve leşlerine dokunmayacaksınız.

    Netice:

    - İslâm Hz. Muhammed a.s. ile başlamış bir bid’a değildir. İslâm Hz. Adem a.s. ile başlayıp Nuh a.s., İbrahim a.s., Musa a.s. ve İsâ a.s. gibi büyük Resullerle devam eden ve Hz. Muhammed a.s. ile kendisine son nokta konulan bir dindir. İslâm yeni bir din değil bilakis bu peygamberlerin geleneğini canlı tutan Allah’ın ilk ve tek ve son dinidir. Kitab-ı Mukaddes’te diğer peygamberler ve kavimler için anlatılan örneklerde gördüğünüz gibi bugün ibadet etmeden önce su ile temizlenen kimlerdir? Müslümanlar! Bugün hâlâ daha başını öne eğip yüzünü yere sürterek namaz kılan ve ellerini kaldırarak dua eden kimlerdir? Müslümanlar! Bugün kendisini örterek ibadet eden ve kapanarak haram nazarlardan kendisini koruyan kimdir? Müslüman kadınlar! Bugün domuz yemeyen kimdir? Müslümanlar? Öyle ise bugün diğer peygamberlerin izinden giden ve hâliyle Kitab-ı Mukaddes’in de tahrif olmamış aksamını tatbik eden kimdir? Müslümanlar! İslâm bugün dünyada en hızlı yayılan dindir. Bir Hıristiyan Müslüman olsa dinden çıkmış olmuyor; bilâkis kendi kitabında anlatıldığı şekliyle bir kulluk modeline yaklaşıyor. Önce temizleniyor, sonra dizüstü çökerek, yüzüstü kapanarak ibadet ediyor ve haram olanı yemekten uzak durmaya başlıyor. Bu ise peygamberlerin a.s. Kitab-ı Mukaddes’te anlatılan halleri değil de nedir? Bir husus kaldı ki sorabilirsiniz; Hıristiyanlık ve İslâm hep aynı mıdır? Hiç mi birbirimizden farkımız yok? Sizlerle bizi ayıran en büyük fark Hz. İsâ’nın a.s. Allah’a nisbeten pozisyonudur. Siz İsâ a.s. Mesih’tir dersiniz. Biz amenna deriz. Siz İsâ a.s. ruhullah’tır dersiniz. Biz Allah’ın kelimesidir de deriz. Siz İsâ a.s. gelecek dersiniz. Biz ondört asırdır yolunu gözleriz. Siz İsâ a.s. mucizevî bir şekilde dünyevî bir pederi olmaksızın doğmuştur onun için Allah’ın oğludur –haşa- dersiniz. Biz mucize ile dünyaya gelmiş Allah’ın ulu’l’azm bir Resûlü’dür deriz. Kur’an der: ‘‘İsâ’nın a.s. meseli Adem’in a.s. meseli gibidir. Allah onu topraktan yarattı.’’ Yani, Adem’in a.s. dünyevî bir validesi de yoktu. Eğer Allah’ın –haşa- bir oğlu olmalı idiyse Adem a.s. buna İsâ’dan a.s. daha layık değil midir? Halbuki siz de biz de ona ilk insan ve ilk peygamber olmaktan öte bir vasıf isnad etmeyiz!

    Elhamdulillah Kur’an’ın mesajı fazlası ile işini görmüştü. Hıristiyanlık ve İslâm arasındaki farkı can kulağı ile dinlemek için gözlerini dört açan dinleyiciler adeta ömürlerinde hiç muhakemesini yapmadıkları bir şeyi duymanın şaşkınlık ve takdiri içinde dudaklarını büktü ve başlarını tasdikle salladılar. Yüzlerindeki hayretli tebessüm ‘‘Bu soruyu şimdiye kadar neden kendimize sormadık, nasıl böyle bir şeyi düşünemedik?’’ der gibiydi.

    - Naklettiğim onlarca Kitab-ı Mukaddes ayetinden sonra müsaade eder misiniz Kur’an’dan bir ayetle konuşmama nihayet vermek istiyorum:

    "Bizim İlahımız ve sizin İlahınız birdir ve biz O’na Müslümanlar olarak teslim olmuşuzdur."(Ankebut Suresi 46’ıncı ayet)

    Sohbet bitti ve herkes teker teker gelip şükranlarını ifade ettiler. Değil İslâm’ı öğrenmek kendi dinimizi de daha iyi anladık diye teşekkür ettiler.


ÇOCUK YÜREĞİ

Bir dostum anlatmıştı; Bir tanıdıklarının evlerinde televizyon arıza yapmış, tamirci gelip TV'nin arkasını açmış ki bir sürü ekmek kırıntısı...

    Tabi kimin yaptığını hemen anlamışlar. Evin dört yaşındaki yaramaz kızı.

    Bu hangi ailemizde gerçekleşirse gerçekleşsin ilk göstereceğimiz tepki genellikle öfkeli bir davranıştır.

    Tamircinin yanında bağırır aşırı gidenlerimiz çocuğu orda döver. Fakat anne öyle yapmamış, çocuğuyla konuşmayı denemiş ve öğrendiklerinden sonra hüngür hüngür ağlamaya başlamış.

    Çocuk ekranda Afrika'daki aç çocukları gördükçe mutfaktan ekmek alıp TV'nin açık bulduğu tek yerinden, arkasındaki ızgaralardan içeri atıyormuş..

ÇOCUĞUM VE BEN

Birgün, çocuğum doğdu. O dünyaya geldiğinde, yetişmem gereken işler ve ödenmesi gereken faturalarla meşguldüm. Ben uzaklardayken yürümeyi öğrendi. Konuşmayı da öyle...

    Ve biraz büyüdüğünde, "Senin gibi olmak istiyorum baba" demeye başladı.

    - "Ben de büyüyünce senin gibi olacağım."

    İşyerine telefon açıp, "Baba, eve ne zaman geleceksin?" diye sorardı ikide bir.

    - "Ne zaman geleceğimi bilmiyorum oğlum. Ama geldiğimde birlikte güzel bir vakit geçireceğimizden emin olabilirsin."

    Yıllar öylece geçip gitti. Oğlum on yaşına geldi. Ona güzel bir top aldım.

    - "Top için teşekkürler baba!" dedi, "Haydi oynayalım."

    - "Bu hafta sonu tamamlamam gereken işler var" dedim.

    - "Bugün olmaz, haftaya, tamam mı?"

    - "Tamam" dedi, fakat yüzündeki gülümseme eksilmedi.

    - "Büyüyünce baba" dedi,

    - "Ben de senin gibi olmak istiyorum."

    Yıllar öylece geçip gitti. Oğlum önce ilkokuldan, sonra liseden, sonra üniversiteden mezun oldu. Bu durumda, başka birçok baba gibi, benim de söylemem gereken birşeyler vardı. "Seninle gurur duyuyorum" oğlum dedim.

    - "Gel, şöyle biraz oturalım; sana diyeceklerim var." Başını salladı ve gülümseyerek :

    - "Arkadaşlara sözüm var baba" dedi.

    - "Sen arabanın anahtarlarını verebilir misin bana? Sonra görüşürüz, oldu mu?"

    Yıllar öylece geçip gitti. Emekli oldum. Artık bol bol vaktim vardı. Oğlum ise başka bir şehirde iyi bir iş bulmuştu, orada yaşıyordu. Bir gün ona telefon ettim.

    - "Eğer sence de uygunsa, hafta sonu buraya gel de hasret giderelim" dedim.

    - "Sevinirim baba" dedi.

    - "Bir bakayım, müsait bir vakit bulabilirsem, gelirim. Ama şu sıralar işlerim çok yoğun. Fakat seninle görüşmeyi ben de istiyorum, baba."

    - "Peki, ne zaman gelirsin oğlum?"

    - "Ne zaman olur bilmiyorum, baba. Şimdi bir iş görüşmem var, ona yetişmem gerek. Sonra ararım seni. Geldiğimde birlikte güzel vakit geçireceğimizden emin olabilirsin."

    Ve telefonu kapattığımda, oğlumun çocukluk hayalini gerçekleştirdiğini anladım. Çocukluk hayalini gerçekleştirdiğini...

    Örnek aldığı babasına benzediğini... Büyüyünce tıpkı babası gibi olduğunu...

ÇİFTÇİ İLE FIRINCI

Bir fırıncı, tereyağını yakındaki bir çiftlikten alıyordu. Bir gün 3 kiloluk tereyağı paketini çok hafif buldu. Bundan sonrada aldığı tereyağlarını tartmaya başladı. Tereyağı gittikçe daha hafif geliyordu. Fırıncı sonunda çok kızdı ve bir dava açtı.

    İş yargıcın önüne gelmişti. Yargıç çiftçiye,

    "Senin terazin ve kiloların yok mu?"diye sordu.

    Çiftçi "Var efendim. Ama kiloya gerek yok" yanıtını verdi.

    Yargıç bu yanıta biraz sinirlendi:

    "Kiloya gerek yoksa nasıl tartıyorsun?" diye sordu.

    Çiftçi kendini savunmak için gerekli açıklamasını yaptı:

    "Çok kolay. Fırıncı benden tereyağı aldığı sürece bende ondan ekmek alıyorum. Terazinin bir köşesine ondan aldığım 3 ekmeği koyuyorum .Bunlar bana ölçü oluyor. Eğer tereyağı noksan gelmişse bu benim hatam değil onun hatasıdır."

    Bu durumda yargıç, çiftçi için beraat verdi. Fırıncı ise mahkeme masraflarını ödemek zorunda kaldı.

ÇİÇEK VE SU

Günün birinde bir çicekle Su karşılaşır ve arkadaş olurlar.

    İlk önceleri güzel bir arkadaşlık olarak devam eder birliktelikleri, tabii zaman lazımdır birbirlerini tanımak için.

    Gel zaman, git zaman çiçek o kadar mutlu olur ki, mutluluktan içi içine sığmaz artık ve anlar ki, su'ya aşık olmuştur.

    İlk kez aşık olan çiçek, etrafa kokular saçar, 'Sırf senin hatırın için ey su' diye...

    Öyle zaman gelirki, artık su da içinde çiçeğe karşı birşeyler hissetmeye başlamıştır. Zanneder ki, çiçeğe aşıktır ama su da ilk defa aşık oluyordur.

    Günler ve aylar birbirini kovalar ve çiçek acaba 'Su beni seviyor mu?' diye düşünmeye başlar. Çünkü su, pek ilgilenmez çiçekle... Halbuki çiçek, alışkın değildir böyle bir sevgiye ve dayanamaz.

    Çiçek, suya "Seni Seviyorum" der.

    Su, "Bende Seni Seviyorum" der.

    Aradan zaman geçer ve çiçek yine "Seni Seviyorum" der.

    Su, yine 'bende' der. Çiçek, sabırlıdır. Bekler, bekler, bekler....

    Artık öyle bir duruma gelir ki, çiçek koku saçamaz etrafa ve son kez suya "Seni Seviyorum" der.

    Su'da ona "Söyledim ya ben de Seni Seviyorum" der ve gün gelir çiçek yataklara düşer.

    Hastalanmıştır çiçek artık. Rengi solmuş, çehresi sararmıştır çiçeğin. Yataklardadır artık çiçek. Su da başında bekler çiçeğin, yardımcı olmak için sevdiğine...

    Bellidir ki artık çiçek ölecektir ve son kez zorlukla başını döndürerek çiçek, suya derki;

    "Seni ben gercekten Seviyorum." Çok hüzünlenir su bu durum karşısında ve son çare olarak bir doktor cağırır nedir sorun diye...

    Doktor gelir ve muayene eder çiçeği. Sonra şöyle der doktor:

    "Hastanın durumu ümitsiz artık elimizden birşey gelmez."

    Su, merak eder, sevgilisinin ölümüne sebep olan hastalık nedir diye ve sorar doktora.

    Doktor, şöyle bir bakar suya ve der ki:

    "Çiçeğin bir hastalığı yok dostum... Bu çiçek sadece susuz kalmış, ölümü onun için" der.

    Ve anlamıştır artık su, Sevgiliye sadece "Seni Seviyorum" demek yetmemektedir...

CANIM ANAM


   Geçen senenin Anneler günü yarışması birincisine ait bir hikayeyi sizlerle paylaşmak istedim . Hikayeyi sonuna kadar okursanız (tavsiye ederim)sevinirim. Annenizi aramayı ve yarın özel bir gün olsa da olmasa da ona bir çiçek (saksıda) vermeyi unutmayın derim.

   ANNELER GÜNÜ HİKAYESİ YARIŞMASININ 1.'SİNE AİT...

   Bana anlatılanlardan ve senin anlattıklarından aklımda kalan; senin 13 yaşında bir çocuk iken 30 yaşlarında iki eşi olan bir adam tarafından zorla üçüncü eş olarak alondığın, daha ilk günden başlayarak kumaların birisi tarafından istenmediğin,sürekli şiddete maruz kalıp kötü olaylar yaşadığın...

   Birgün ikinci karısıyla gizli gizli konuşan ileride benimde babam olacak bu adamın, seni sırf çocuk doğurasın diye aldığını öğrenmişsin. Bunun üzerine, o zaman 2 yaşında olan ağabeyimi bir odaya almış, kapıyı kilitleyip pencereden babama çocuğu öldüreceğini haykırmışsın. Sonra babam kapıyı kırıp seni durdurmuş. Durdurmasa da sen çocuğuna kıyamazdın zaten...

   Senin anlattıklarından hatırladığım; II. Dünya savaşındaki açlık yıllarında yamalıklı olan tek elbiseni, geceleri yıkayıp kurutup ertesi sabah tekrar giydiğin, çocuklarını çoğu gece yarı aç yatağa soktuğun...

   Kusursuz 12 doğum yapmışsın. Kardeşlerimden iki tanesi ben doğmadan ölmüş, diğerinin ölümünü ben de hatırlıyorum. Küçük kız kardeşim 3 yaşındaydı ve bir kış gecesi hastalanmıştı. Günlerce başında nöbet tuttun. Doktor, ilaç, hiçbirsey yoktu. Kar metrelerce yağmıştı ve kasaba çok uzaktı. Bir sabah kardeşimin cansız bedenine bakarak ağlıyordun...

   Benim seninle ilgili o kadar çok anım var ki; ama nedense, hep seni ağlarken hatırlıyorum. Mezarlığa giden kalabalığın arasında seni sesli sesli ağlarken gördüğüm tablo hep aklımda. Yıllar sonra o törenin babama yapılan son yolculuk töreni olduğunu anladım.

   Aşkı sevgiyi hiç tanımadan, sırf çocuk doğursun diye çocuk yaşta seni söküp alan bu adamın ardından niye böylesine ağlıyordun? Onca çocukla yapayalnız kalmıştın, talihsizliğine, çaresizliğine, yani kaderine ağlıyordun...

   Sonra ağabeylerim çalışmak ve okumak üzere uzak şehirlere gitmişlerdi, evlenmeyen ablalarımla en küçük oğlun olan ben, köyde kalmıştık. Bize süt veren tek ineğimizin doğumda öldüğü gün sağ olarak kurtulan küçük yavruyu eline almıştın, yine ağlıyordun...

   Hatırlıyor musun, altı yaşlarındayken çok ağır hasta olmuştum. Iyileşemeyip ağırlaştığımı görünce günler sonra yağan onca kar ve yağmakta olan kara tipiye karşın beni kasabaya götürmeye karar vermiştin. Diğer kardeşlerim gibi ölme ihtimalim seni buna zorlamış olmalı. Kuru çay coşkun aktığı için saatlerce kasabaya ters istikametteki köprüye yürümüştük. En çok aç kurtların saldırısından korkuyorduk. Karlı dağ yamaçlarından uçurumlara yuvarlanmadan geçmiştik. Beni bazen sırtında, bazen yürüterek kasabaya götürmüştün. Yetmiş belki seksen köyü olan kasabanın tek doktorununda görevini bırakıp gittiğini öğrendiğinde, başımı dizine koyup yine pırıl pırıl gözyaşlarını dökmüştün...

   Seninle öğrendim ben sabrı anam, seninle. Malatya'da okuyan ağabeylerime götürmek için derelerden, dağlardan topladığımız odunları, Sivas-Malatya karayolunun kenarına yığmış, iki gün iki gece bizi yükümüzle birlikte alacak vicdan sahibi bir kamyon beklemiştik. Dere yatağına, değirmen önüne fasulye dikmiştik, zamansız gelen sel, bendimizi yıkmıştı, paramız ve yeniden yapacak imkânımız yoktu sadece elli santim aşağıdan geçen suyu tarlaya çevirememiştik...

   Yıllar geçti, su ile uğrasan yüksek mühendis oldum. Yüzlerce metreye basan pompalar seçiyorum, kuruyorum, çalıştırıyorum. Ama rüyalarım da sık sık gördüğüm tarlamıza seçtiğim hiçbir pompa çalışmıyor, çalıştıramıyorum. Ter içinde uyanıyorum. Senin fasulyeler kururken akan gözyaşların, rüyamda da onları sulamaya yetmiyor anneciğim...

   Uzun soğuk kış gecelerinde kar çok yağdığı zaman geceleri bizi kaldırır, toprak damın üzerindeki karları sürgülerle aşağı iterdik. Geceleri kar yağmasın diye dua ederdik. Bazen gücümüzü aşacak kalınlığa erişen kar, hepimizi perişan ederdi. Uzun kış gecelerinde bir tek ısıtılan odada elektriksiz, radyosuz, televizyonsuz sadece kurt masallarıyla gündüz ve gecelerimiz geçerdi.

   Kilim dokumak için evin içine gerdiğin ipler yüzünden kapı kapanmaz çoğu gece üşürdük. Ama katlanırdık, bilirdik ki kilim satılınca alınacak üç beş kuruş ağabeylerimin ev kirası olacak.

   Sonra Ankara'ya büyük bir şehire gittik. Nasır tutmuş, kazma tutmuş, sapan tutmuş, balta tutmuş ellerin bu seferde yapma çiçekle tanışmıştı. Ablam ve senin gayretinle çiçek yapıp satıyorduk. Sonra yıllar yılları kovaladı, yine bir sürü çilemiz vardı. Istanbul'da mastır yapıyordum; delik ayakkabılarımı sabah keserek cebime koyduğum kartonlarla, üşüyen bedenimi de ablamın ördüğü kazaklarla kapatmaya çalışıyordum.

   Bir gece ağzımdan kan boşaldığını hatırlıyorum. Hastanede gözümü açtığımda yine baş ucumdaydın hem dua ediyor, hem ağlıyordun. Bakkaldan mı komşudan mı borç alıp bir bilet bulup yine başucumda dikilmiştin. Ve anacığım İzmir 9 Eylül Üniversitesi koridorlarında doktorun birisinin ağzından dökülen sözcükler ağlama ve hıçkırma sırasını bana devretmişti.

   Doktor "Annen kan kanseri" diyordu. Sana bunu söyleyemedik, ilaçlar seni soldurdu, saçlarını döktü. Tüm çocukların etrafında pervane oldu. Kızlarının inanılmaz çabasıyla iki yıl azrail ile mücadele ettin. Tam huzuru, rahatı bulmuştun ama Allah'ın takdiri bu acıyı da yaşattı sana.

   Sonra huzur içinde günlerini geçir diye, rüyalarında bile sayıkladığın, ilk defa bunca zaman ayrı kaldığın köyüne bir ambulansla yolladım seni. Yine mücadeleyi bırakmadın, yaşama gayretin seni biraz canlandırdı ve köyden daha sağlıklı olarak döndün kışlarını geçirdiğin Ankara'ya...

   Kimbilir? Şimdi Brezilya dizisindeki Marimar'ı mi seyrediyorsun, yoksa Doktor'a mı gidiyorsun ?

   Bazen merak ediyorum kanser olduğunu biliyorsun da, biz üzülmeyelim diye mi söylemiyorsun. Yoksa dürüstlük ve doğruluğu öğrettiğin çocuklarının hayatlarında bir kere de olsa sana yalan söyleyeceklerini tahmin edemiyor musun ?

   Her kardeşimin seninle ilgili benimkine benzer onlarca anısı var. Bunca acıya nasıl dayandı yüreğin be Ana? Nasıl oldu da sevgi yüklü, duygu yüklü yüreğin taşlaşmadı? Halen sevecen , halen hayat dolu...

   Bana anneni iki sayfada anlat diyorlar. Maliye kontrolü olmuş, yüzlerce sayfa rapor yazan oğlun Hasan, Muhasebeci oğlun Celal, Köy Enstitüsünü bitirmiş öğretmen oğlun Abidin, diğer öğretmen oğlun İhsan anlatabilir mi?

   Tüm kazancını her ay bana gönderdiği için okula ve işe saatlerce yürüyerek gidip gelen Gül ablam anlatabilir mi?

   Okutamadım diye üzüldüğün, her türlü dikiş, nakış, çiçek vs.. gibi sertifikalarla duvarlarını süsleyen, okuyamadıkları için hep içleri burulan diğer kızların, sayıları otuz - otuzbeşi geçen torunların anlatabilir mi?

   Sabahları buzunu kırıp parmakların donarcasına, çocuklarının bezini yıkadığın dere suları anlatabilir mi?

   Akşamları, çatlamış parmaklarının arasına eriterek döktüğün kara sakız anlatabilir mi?

   Onlarcasına doğum yaptığın, ebelik yaptığın çocuklar anlatabilir mi?

   Sana bir nikâh bile kıymadan, yüzüstü bırakıp giden babam, çocuklarına pişirdiğin sütü bir tekmede deviren kuman anlatabilir mi?

   Sabahlara kadar harman savurmak için beklediğimiz rüzgar, kışın metrelerce yağıp ak rengiyle dünyamızı karartan kar anlatabilir mi? Hiçbir zaman zavallı, çaresiz bir kadın olmadın. Ağladın, gözyaşlarını bizden saklamaya çalıştın. Sende öyle meziyetler var ki hayran olmamak elde değil. Hepimizi öyle motive ettin, öyle işledin ki, herkes görevini yerine getirmek için canla başla çalıştı. Bir antrenör gibi hepimizi zirveye taşıdın. Önce kurtuluşun okumakta olduğunu beynimize işledin, sonra Kasabaya, oradan Malatya'ya ve Ankara'ya kadar uzanan yolda bizleri öyle cesaretlendirdin ki hepimiz engelleri birer birer aştık.

   İnanç aşılayan yüreğin hep yanımızda idi. Ortaokula başladığım sene, yaptığımız nikah çiçeklerine sepet alayım diye, beni Ankara'dan istanbul'a göndermiştin. Atletime diktiğin parayla sepetleri alıp, savaş kazanmış general edası ile Ankara'ya dönmüştüm. O cesaret bana aşılanmasa idi, şimdi binlerce kilometre uzaklarda nasıl iş yapabilirdim.

   İyi de hiç eğitim almamış, babasız büyümüş bir kadın bunca işi nasıl başardı. Nasıl acıları birer, birer tecrübeye dönüştürdün? Bu sorunun cevabı yok. Sana çocuklarını nasıl bu günlere getirdin diye sorduklarında onlara ;"Eğri ile doğruyu, haram ile helali öğrettim, gerisini onlar getirdi." diyorsun.

   Gerçekten herşey bu kadar basit mi? Ben seni anlatamam. Ben yoruldum, yüreğim yoruldu anacığım.

   Biliyorum sen ve senin gibi binlerce, milyonlarca Anayı sürekli yanınızda olan toprak anlatabilir ancak toprak. Benim duam; son birkaç huzurlu yılı birlikte geçirecek zamanı Allah bize versin ve kara toprak hikâyesini birkaç yıl sonraya bıraksın.

   Anneler günün kutlu olsun! Ellerinden öperim, Canım Anam.

ÇALIŞMAK İABDETTİR

Müzik tarihinin en büyük isimlerinden biri olan Beethoven'ın keman tutuşunu gören müzik öğretmeni onun için 'Müzisyen olamaz! ' demişti...

    Margaret Mitchell'in 'Rüzgar Gibi Geçti' adlı romanı tam 38 defa reddedildikten sonra basıldı....

    75 yaşında öldüğünde geride 240 bin tablo, resim ve çizim bırakan Pablo Picasso dedi ki: 'Çalıştığımda rahatlıyor ve dinleniyorum. Beni asıl yoran şey hiçbir şey yapmamak ya da gelen anlayışsız misafirleri ağırlamaktır...

    Bill Gates mikro bilgisayarları çalıştıran ilk tasarımı 20 yaşında iken tasarladı. Bir arkadaşı ile birlikte Microsoft Şirketi'ni kuran Gates bugün dünyanın en zengin işadamı...

    Martin Luther King diyor ki: 'Eğer sizden sokakları süpürmeniz istenirse, Michelanegelo'nun resim yaptığı, Beethoven'ın beste yaptığı veya Shakespeare'in şiir yazdığı gibi süpürün. O kadar güzel süpürün ki gökteki ve yerdeki herkes durup 'Burada işini çok iyi yapan biri var ' desin.'

BİR KALPDE 5 SEVGİ

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Hz. Ali (k.v.)'ye bir gün şu suali sormuşlar:

    - "Ya Ali! Allah'ı sever misin?"

    - "Şuphesiz Ya Resullallah!"

    - "Beni sever misin?"

    - "Severim."

    - "Fatıma'yı sever misin?"

    - "Severim."

    - "Hasan ve Hüseyin'i sever misin?"

    - "Severim."

    - "Kalp bir ; muhabbet beş... Bu beş muhabbeti bir kalbe nasıl sığdırıyorsun?" sualine karşı Hz. Ali cevap veremediler. Sonra bu meseleyi zevce-i muhteremeleri Hz. Fatımatu'z Zehra (r. anha)'ya açtıklarında Fatıma Validemiz cevaben,

    - "Cihetler ayrıdır ; Allah'ı sevmek akıldan, Peygamberi sevmek imandan, evladı sevmek tabiattan, zevceyi sevmek muhabbettendir."

    Hz. Ali (k.v.) bu doğru cevabı Peygamber Efendimiz (s.a.v.)'e arz ettiklerinde Resul-u Ekrem Efendimiz (s.a.v.) bu cevabın kendisinden olmadığını işareten,

    "Bu meyve (cevap) ancak bir nübüvvet ağacındandır" buyurdular.

BEN HALA BİLİYORUM

Saat 8:30'da, seksenlerinde, yaşlı bir adam başparmağındaki dikişleri aldırmak üzere poliklinikten içeri girdi. Çok acelesi olduğunu söyledi, çünkü saat tam 9:00'da bir randevusu varmış.

    Tedavisinin bitmesi ve onun söylediği yere ulaşması en azından bir saat sürerdi. Yaranın pansumanı sırasında konuşmaya başladık. Bu denli acelesi olduğuna göre önemli birisiyle mi randevusu olduğunu sordum. Bana bakımevine gidip eşiyle kahvaltı etmek için acelesi olduğunu söyledi.

    O zaman eşinin sağlığının nasıl olduğunu sordum. Eşinin orada uzun bir süredir kaldığını ve Alzheimer hastalığının bir kurbanı olduğunu anlattı.

    Geç kalmış olmasından dolayı

    - Acaba eşiniz endişe duyar mı? diye sordum.

    Bana beş yıldan buyana onun kim olduğunu bile bilmediğini ve kendisini tanımadığını söyledi. Şaşırmıştım,

    - Sizi tanımadığı halde yine de her sabah onu görmeye mi gidiyorsunuz? diye sordum. Elimi okşayarak gülümsedi.

    - O beni tanımıyor ama ben hâlâ onun kim olduğunu biliyorum dedi.

BEBEK YALNIZLIĞI

Ailenin tek ve son bebeğiydi. Onsekiz aylık olunca konuşmaya başlamış ve söylediği ilk kelime, hayatta en cok sevdiği kişininki olmuştu:

   ANNE Bebek, aynı bedenin bir parçası olduğunu idrak edemiyordu ama, onu canı kadar sevdiğini ve onsuz yapamayacağını çok iyi biliyordu. Hele hele Yarabbi, sütünü içtikten sonra onun sıcacık kolları arasında uyumak ve uyandığında yine onu baş ucunda görmek, ne doyulmaz bir saadetti.

   Bebeğin bu mutluluğu fazla uzun sürmedi. Annesi, onun masraflarını bahane ederek babasının "şef" olduğu bir bankada çalışmaya başlamış ve;

   "Erkeklere taş çıkartan yaman bir iş kadını" olmuştu. Artık yavrucak, sabahları gözünü açtığında kendisini öpücüklere boğan gül kokulu annesinin yerine, plastik kokulu bir ciklet çiğneyen ve "dadı" olduğunu soyleyen kara-kuru bir kadınla karşılaşıyordu.

   Bu durumda çocuğun yapabileceği tek şey, avazı çıktığı kadar bağırıp ağlamaktan ibaretti. Fakat gözüne dadıdan çok cadı gibi görünen o kadının kemikli parmaklarıyla attığı ustalıklı cimdikler, onu doğduğuna bin defa pişman ediyordu. Bebek bir ay zarfında diğer çocuklardan farklı olarak ağlamamayı öğrenmiş annesine kavuşacağı saatlere kadar dadısıyla birlikte televizyon seyretmeye alışmıştı.

   Babası, nüfus artışını "memleketin geleceği için bir tehlike" saydığından, oldum olası bebeğe soğuk davranır ve ara sıra uzaktan laf atmanın dışında ona pek yüz vermezdi. Bu yüzden yavrucak, tek tesellisi olan annesinin dönüşünü dört gözle bekler ve kucağına atılmakta gecikmemek için dış kapının yanında oyalanırdı. Fakat artık buram buram sigara dumanı kokan annesi, gelir gelmez ev işlerine koyulur ve onu alel-acele doyurduktan sonra, kendi odalarından çıkartıp yan odaya aldıkları yatağına bırakıyordu. Bebek bu durumda yine ağlamamaya çalışır ve eskiden anneciğinden duyduğu o güzelim ninnileri mırıldanarak uykuya dalardı.

   Bebek iki yaşına bastığında, annesi ona kafes içerisinde zıplayıp duran bir muhabbet kuşu hediye etti. Artık yavrucak, asık suratlı dadısının yerine onunla konuşuyordu. "Anne bankaya gitti, anne bankaya gitti", diyerek şikayette bulunuyordu.

   Anne ve babası, bu isabetli hediyelerinden dolayı yavrularının yanlızlık çekmediğine inanıyor, bu yüzden yeni aldıkları arabanın taksitlerini kolaylaştırmak için, tatil günlerinde de mesai yapıyorlardı.

   Kuş, belkide ayrı bırakıldığı sevdiklerine kavuşabilmek gayretiyle günün birinde kafesin açık bırakılan kapısından uçup gitti.

   Son arkadaşını kaybeden bebeğin onu yakalamak için uzanan elleri havada kalmış, uzun zamandır dökülmeyen gözyaşları, inci taneleri gibi ardarda sıralanmıştı. Kuşun uçtuğu yöne doğru mahsun mahsun bakarken:

   KUŞ'DA BANKAYA GİTTİ, diye mırıldandı, KUŞ'DA BANKAYA GİTTİ...

BANA SİZ VERMİŞTİNİZ

Harvard Üniversitesi'nin mezunlar derneğinin New York'ta bir şubesi varmış.Yüzlerce eski mezun öğlenleri gelip orada yemek yermiş.

   Günlerden bir gün Harvard Üniversitesi rektörü New York'a işi düştüğünde oraya yemek yemeye gelmiş. Tabii ki tanınmıyor. Kapıdan girmiş ve vestiyerdeki yaşlı zenciye şapkasını, paltosunu ve şemsiyesini uzatmış. Saygılı vestiyer memuru yaşlı zenci şapka, şemsiye ve paltoyu almış, bembeyaz dişlerini gösteren bir selam ve gülücük sarkıtarak, eşyaları kabul etmiş, ama hiçbir fiş, bilet makbuz vermemiş.

   Rektör şaşırmış ama bir şey dememiş. Nasıl olsa çıkarken bana yanlış giysileri verirler diye düşünmüş, o zaman da zaten buranın müdürü benim ile beraber dışarıya gelecek olduğu için, onu ikaz ederim ve fiş sistemini başlatırlar yaklaşımına girmiş.

   Gerçekten de mezunlar derneğinin müdürü onun yanına gelmiş, beraber yemek yemişler, yemekten sonra da müdür rektörü kapıya kadar çıkartmış, kapıda vestiyere gelmişler, rektör yaşlı zencinin önüne dikilip, malzemelerini istemiş, zenci gene müthiş dişlerini gösteren gülücüğünü sarkıtarak vestiyerin arkasına geçmiş ve doğru şapka, doğru palto ve doğru şemsiyeyi getirerek rektörün eline tutuşturmuş. Tabii rektör fena halde bozulmuş.

   Çünkü doğru malzeme kendisine geri verilince itiraz senaryosu çalışmıyor, nutuk atılamıyor, müdür ikaz edilemiyor. Duruma bozulan rektör gene de kurcalamaya çalışmış.

   - Bu şapka, şemsiye ve paltonun benim olduğunu nereden biliyorsunuz? diye sorarak hırçınlanmış. Zenci gene dişlerini ve saygılı selamını sarkıtarak;

   - Bunların size ait olup olmadığını bilmiyorum efendim! demiş. İşte şimdi yakaladım! diye aşka gelen rektör derhal saldırmış:

   - O zaman bunları neden bana verdiniz?

   Zenci bir kere daha gülücük ve diş dolu selamını saygı ile vererek yinelemiş:

   - Çünkü onları bana siz vermiştiniz!

   Diploma, apolet, ünvan, uzmanlık falan filan hiçbiri önemli değil. Hayatta başarı için gerekli olan basit ve sağlam bir mantıktır. Kişiliğimizin sivri yönleri her zaman başkalarını değil, bir gün bizi bozguna uğratabilir.Hoşgörüyse çok şey kazandırır.

AFFETMENİN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ

Bir lise öğretmeni bir gün derste öğrencilerine bir teklifte bulunur: 'Bir hayat deneyimine katılmak istermisiniz?' Öğrenciler çok sevdikleri hocalarının bu teklifini tereddütsüz kabul ederler. 'O zaman' der öğretmen.

   "Bundan sonra ne dersem yapacağınıza da söz verin." Öğrenciler bunu da yaparlar.

   - "Şimdi yarınki ödevinize hazır olun. Yarın hepiniz birer plastik torba ve beşer kilo patates getireceksiniz!" Öğrenciler, bu işten pek birşey anlamamışlardır. Ama ertesi sabah hepsinin sıralarının üzerinde patatesler ve torbalar hazırdır. Kendisine meraklı gözlerle bakan öğrencilerine şöyle der öğretmen:

   - "Şimdi, bugüne dek affetmeyi reddettiğiniz her kişi için bir patates alın, o kişinin adını o patatesin üzerine yazıp torbanın içine koyun."

   Bazı öğrenciler torbalarına üçer-beşer tane patates koyarken, bazılarının torbası neredeyse ağzına kadar dolmuştur. Öğretmen, kendisine

   - "Peki şimdi ne olacak?' der gibi bakan öğrencilerine ikinci açıklamasını yapar:

   - "Bir hafta boyunca nereye giderseniz gidin, bu torbaları yanınızda taşıyacaksınız. Yattığınız yatakta, bindiğiniz otobüste, okuldayken sıranızın üstünde? hep yanınızda olacaklar."

   Aradan bir hafta geçmiştir. Hocaları sınıfa girer girmez, denileni yapmış olan öğrenciler şikayete başlarlar:

   - "Hocam, bu kadar ağır torbayı her yere taşımak çok zor."

   - " Hocam, patatesler kokmaya başladı. Vallahi, insanlar tuhaf bakıyorlar bana artık. Hem sıkıldık, hem yorulduk?"

   Öğretmen gülümseyerek öğrencilerine şu dersi verir:

   "Görüyorsunuz ki, affetmeyerek asıl kendimizi cezalandırıyoruz. Kendimizi ruhumuzda ağır yükler taşımaya mahkum ediyoruz.

   Affetmeyi karşımızdaki kişiye bir ihsan olarak düşünüyoruz, halbuki affetmek en başta kendimize yaptığımız bir iyiliktir."

ASIL NEDEN


   Adamın biri her zaman yaptığı gibi saç ve sakal traşı olmak için berbere gitti. Onunla ilgilenen berberle güzel bir sohbete başladılar. Değişik konular üzerinde konuştular. Birden konu Allah'tan açıldı...

   Berber: "Bak adamım, ben senin söylediğin gibi Allah'ın varlığına inanmıyorum."

   Adam: "Peki neden böyle düşünüyorsun?"

   Berber: "Bunu açıklamak çok kolay. Bunu görmek için dışarıya çıkmalısın. Lütfen bana söyler misin, eğer Allah var olsaydı, bu kadar çok hasta insan olur muydu, terkedilmiş çocuklar olur muydu? Allah olsaydı, kimse acı çekmezdi. Allah olsaydı, bunların olmasına izin vereceğini sanmıyorum..."

   Adam bir an durdu ve düşündü, ama gereksiz bir tartışmaya girmek istemediği için cevap vermedi. Berber işini bitirdikten sonra adam dışarıya çıktı. Tam o anda caddede uzun saçlı ve sakallı bir adam gördü. Adam bu kadar dağınık göründüğüne göre belli ki traş olmayalı uzun süre geçmişti. Adam berber dükkanına geri döndü.

   Adam: "Biliyor musun ne var, bence berber diye birşey yok"

   Berber: "Bu nasıl olabilir ki? Ben buradayım ve bir berberim."

   Adam: "Hayır, yok. Çünkü olsaydı, caddede yürüyen uzun saçlı ve sakallı adamlar olmazdı."

   Berber: "Hımmm... Berber diye birşey var ama o insanlar bana gelmiyorsa, ben ne yapabilirim ki?"

   Adam: "Kesinlikle doğru! Püf noktası bu! Allah var, ve insanlar ona gitmiyorsa, o ne yapabilir ki? İşte dünyada bu kadar çok acı ve keder olmasının nedeni!"

BALYOZLA TAŞ


   Bir zamanlar nazlı nazlı akan nehrin kenarında ağır bir taş varmış. Gelen geçen yolcular sırtını dayar yanında konaklarmış.

   Günlerden bir gün bir balyoz unutmuşlar yanında ve arkadaş olmuş her ikisi. Her geçen gün arkadaşlıkları biraz daha pekişmiş. Günler günleri kovalamış ve aradan aylar geçmiş. Balyoz başlamış taşın eğri taraflarını görmeye. Düzelmeli diye düşünmüş. Arkadaşımın eğri tarafı olmamalı. Ben balyoz olduğuma göre onu düzeltebilirim demiş ve başlamış vurmaya. Her vuruşunda çatlıyor kırılıyor, kum taneleri etrafa saçılıyormuş. Fakat bir tarafı düzelirken başka tarafları eğriliyormuş. Yine düzelmedi deyip balyoz tekrar tekrar vuruyormuş. Her vuruşunda kum taneleri etrafa saçılıyor, nehrin sularına karışıyormuş. Etrafa saçılan sadece kum taneleri değilmiş aslında balyozun göremediği gözyaşları saklıymış arkasında. Taş hiç duymadığı kadar ızdırabı duyuyor, feryad ediyormuş. Balyozun taştan da katı olan duyguları bu feryadları hiç duymuyormuş.

   Balyoz gece gündüz devam ediyormuş düzeltmeye. Bir gün karanlıklar yerini aydınlığa bıraktığında balyozun dünyası kararmış. Bir bakmış ki bir tanecik arkadaşı yok yanında . Taş bütün özelliğini kaybedip kum tanelerine dönüşmüş. Son kalan taneleri de karışırken nehrin sularına;

   Bu arkadaşlıktan geriye sadece iki damla gözyaşı kalmış.

ALTIN TOP

Zengin bir ailenin fakir bir komşusu varmış. Evlerindeki saadetin dalgalanmaları, zengin aileninduvarlarını aşarak kulaklarına kadar ulaşırmış. Akşamolunca , fakir ailenin evindeki gülme ve saadeti duyunca zengin komşu gıpta edermiş. bir gün karısına demiş ki:

    - Biz bu kadar zengin olduğumuz halde neden neşemiz yok? Sen yarın fakir komşunun hanımından sor bakalım,saadetlerinin sebebi ne ise, biz de onlar gibi saadete nail olmaya çalışalım.

    Kadın sabah olunca fakir komşuyu ziyarete giderek,konuşma sırasında evlerindeki saadetin sebebinden sual açmış, fakir komşunun hanımı demiş ki:

    - Bizim küçük bir altın topumuz var. Akşam olunca ben efendime o da bana altın topu atarak oynar eğleniriz...

    Akşam olunca zenginin karısı meseleyi kocasına nakletmiş. Adam ertesi gün bir kuyumcuya giderek altınbir top sipariş etmiş. Topu aldığı günün akşamı karısı ile karşı karşıya oturup, altın topu birbirlerine atmaya başlamışlarsa da, hayal ettikleri neşe bir türlü doğmamış...

    Hatta madeni topun ağırlığı sebebiyle canları yanmış; sert atışlar yüzünden topun isabet ettiği vücutları, yer yer morarmış. Sabah olur olmaz zenginin karısı, alelacele fakirin ailesine sorar:

    - Biz senin dediğin altın topu yaptırdık, fakat neşelenemedik, dedi. Fakir komşu:

    - A komşum, o bildiğin gibi top değil. Sarı saçlı masum bakışlı bir yavrumuz var. Biz ona "altın top" diyoruz.

    Akşam olunca kah benim kucağıma, kah babasına koşar ve bizi eğlendirir. Onunla meşgul olurken yorgunluğumuzu unutur, neşeleniriz, cevabını verir !..


    * Bir Binaya Konulan Harç, Nasıl Tuğlaları Birbirine Kaynaştırır İse; "EVLAT" da Karı ve Kocayı Birbirine Bağlar...

23 Şubat 2015 Pazartesi

UNUTTU MU

Avuçlarımdan içtin, sevda suyunu sen,

Gözleri yaşlı,kalbi yaşlı yar söyle ,sen,

Ayrılırken son defa geldi,sarıldı boynuma,

Sarılıp da ağladık ,biz onunla yana yana...


Yare selam söyleyin,ey eski dostlarım,

Sildi mi ,unuttu mu yar kalbinden beni,

Yare selam söyleyin,ey eski dostlarım,

Sildi mi,unuttu mu kalbimden beni...


Bakarken uzaklara gözleri arar beni mı?

Onun da benim gibi yüreği yanar mı?

Her gelene ,geçene bakar mı ben diye?

Ben onu unutmadım ,o beni unuttu mu?


Yare selam söyleyin ey eski dostlar,

Sildi mi unuttu mu kalbinden beni?

Yare selam söyleyin ey eski dostlar,

Sildi mi unuttu mu kalbinden beni?